ÜNİVERSİTEMİZDE GERÇELEŞEN BÖLGESEL GÜVENLİK PANELİ SONUÇ RAPORU

ÇAĞ ÜNİVERSİTESİ

ETKİNLİK SONUÇ RAPORU

A. Etkinliği Düzenleyen: Çağ Üniversitesi Bölgesel Güvenlik Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi

B. Etkinlik Adı: Son Gelişmeler Işığında Ortadoğu: Riskler ve Fırsatlar

C. Etkinliği Düzenleyen Öğretim Üyeleri: Dr. Öğretim Üyesi Saffet Akkaya, Araştırma Görevlisi İlke Taşdemir, Araştırma Görevlisi Özge Çetiner

D. Etkinlik Başlangıç- Bitiş Tarihleri: 24 Nisan 2025- Saat:10:00-12:30

E. Etkinliğin Yapıldığı Yer: Çağ Üniversitesi Yaşar Bayboğan Kampüsü İlhan Yücel Konferans Salonu

F. Etkinliğin Amacı: Panelde, Ortadoğu’daki genel siyasi, sosyal, ekonomik düzenin bugüne yansımaları, büyük devletlerin Ortadoğu üzerindeki jeo-politik çekişmeleri, körfez bölgesinin artan ağırlığının Ortadoğu siyasetindeki rolü, İsrail’in Gazze operasyonları ve Gazze’nin geleceği için olası senaryolar, ABD Başkanı Trump’ın Ortadoğu’ya yaklaşımı ve ABD-İsrail dış politikalarının olası etkileşimi, Suriye’deki rejim değişikliğinin bölgesel aktörlere (Türkiye, İran, İsrail) getireceği riskler ve fırsatlar, Ortadoğu’da son gelişmeler ışığında simetrik-asimetrik savaş olgusunun dönüşümü konuları tartışılmıştır.

G. Etkinlik Sonuçları/Çıktıları:

Panel Çağ üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Murat Koç’un ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyelerinden Büyükelçi (E) Prof.Dr. Ali Engin Oba’nın açılış konuşmaları ile başlamıştır. Açılış konuşmalarından sonra panele geçilmiştir. Moderatörlüğü Çağ Üniversitesi İİBF Öğretim Üyelerinden Dr. Öğr. Üyesi Saffet Akkaya tarafından yapılan panele Ortadoğu Teknik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyeleri Prof.Dr. Meliha Altunışık ve Prof.Dr. Özlem Tür ile Gaziantep Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ali Gök iştirak etmiştir. Panel iki oturum halinde icra edilmiştir. Birinci oturumda genel hatları ile Ortadoğu’daki son gelişmeler, İsrail-Hamas çatışmaları ve ABD’nin bölge siyaseti ele alınmış, ikinci oturumda ise Esad rejimi sonrası Suriye’deki gelişmeler üzerinde durulmuştur.

H. Panelde Değinilen Önemli Konular (Özet):

Rektör Prof.Dr. Murat Koç (Açılış Konuşması)

Değerli Hocalarım, Sn. Rektör Yardımcım, Sn. Büyükelçim, Sn. Kurmay Başkanım, Değerli Meslektaşlarım, kıymetli katılımcılar ve göz bebeğimiz sevgili öğrenciler,

2013 yılında Uluslararası İlişkiler Öğrencileri tarafından bir stratejik düşünce merkezi olarak kurulan Çağ Üniversitesi Bölgesel Güvenlik Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi diğer adıyla Güney Güvenlik Okulu ve değerli hocaları desteğiyle planlanan “Son Gelişmeler Işığında Ortadoğu: Riskler ve Fırsatlar” başlıklı panele hoş geldiniz.

Kurulduğu günden beri bölgesel güvenlik konularına kendi ölçeğinde mütevazi katkılar sunan bu merkezimizin üyesi olarak bulunmaktan memnuniyet duyduğumu ifade etmek istiyor, katılımları münasebetiyle davetimize icabet ederek aramızda bulunan değerli hocalarımı, güvenlik bürokrasisinin önemli isimlerini Çağ Üniversitesi adına saygıyla selamlıyorum.

İçinde bulunduğumuz dönem, Ortadoğu coğrafyasının sadece tarihsel mirasıyla değil, aynı zamanda bugünün gerçekleriyle dünya siyasetinin tam kalbinde yer aldığını bir kez daha göstermektedir. Gazze’de devam eden insani trajedi, İsrail’in askeri operasyonları, İran-İsrail gerilimi bölgesel güvenlik dengelerini nasıl sarstığı, Suriye, Yemen, Lübnan ve Irak’taki vekâlet savaşlarının yeniden şekillenen dinamikleri ve enerji güvenliğini doğrudan tehdit eden blokajlar, bilim insanlarını Ortadoğu özelinde uluslararası ilişkiler ve uluslararası hukuk bağlamında jeo-stratejik perspektifte çoklu bir sorgulama sürecine itmiştir.

Değerli katılımcılar, Ortadoğu artık sadece bir çatışma bölgesi değil, aynı zamanda bölgesel güçlerin ittifak kurma biçimlerinin, enerji kartlarının, dijital savaş ve dezenformasyon stratejilerinin de test edildiği çok boyutlu bir mücadele alanına dönüşmüştür. Bu dönüşüm, klasik çatışma tanımlarını aşarak bizi asimetrik ve hibrit çatışmaların, teknolojik manipülasyonların, devlet dışı silahlı aktörlerin ve uluslararası hukuk sınamalarının yeni boyutlarıyla karşı karşıya bırakmıştır.

Bugünkü panel tam da bu çerçevede kritik sorulara ışık tutmayı hedeflemektedir. Değerli hocalarımızın katkılarıyla; Ortadoğu’daki yapısal dönüşümleri, küresel jeopolitik çekişmelerin güncel yansımalarını, Körfez bölgesinin artan etkisini anlamaya çalışacağız. 2020 sonrası dönemde özellikle İbrahim Anlaşmaları, İsrail-Gazze hattındaki gelişmeler, ABD’nin bölge politikalarındaki yönelimlerini ve nihayetinde Suriye’deki rejim değişimi sonrası oluşan denge arayışlarını, değerli hocalarımızın anlatımları ve sizlerin katkılarıyla bütüncül bir şekilde ele almaya çalışacağız.

Bu panel vesileyle aramızda bulunan uluslararası ilişkiler disiplininin değerli bilim insanları; Ortadoğu Teknik Üniversitesinden Prof. Dr. Sn. Meliha Altunışık ve Prof.Dr. Özlem Tür’e Gaziantep Üniversitesinden Doç.Dr. Sn. Ali Gök’e ayrı ayrı teşekkür etmek isterim.

Ayrıca bu panelin gerçekleşmesinde emeği geçen herkese, özellikle Üniversitemiz Uluslararası İlişkiler Eğitimine yenilikçi katkılar sunan; Bölgesel Güvenlik Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü ve panelin moderatörü, Dr. Öğr. Üyesi Saffet Akkaya’ya ve organizasyon sürecinde özveriyle çalışan panel koordinasyon ekibine içten teşekkürlerimi sunuyorum.

Üniversitemiz olarak Ortadoğu çalışmaları gibi çok katmanlı ve dinamik alanlara özel bir önem verdiğimizi ve bu tür akademik etkinliklerle disiplinler arası bilgi üretimini desteklemeye devam edeceğimizi özellikle vurgulamak isterim. Bugün sosyal medya vasıtasıyla ilgililer tarafından takip edilecek olan panel kapsamında ortaya çıkacak görüşlerin, geniş bir kesim için de faydalı olacağına inanıyorum.

Panelin verimli, zihin açıcı ve yapıcı tartışmalara vesile olmasını diliyor, hepinizi tekrar saygıyla selamlıyorum. İyi çalışmalar dilerim.

Prof. Dr. Ali Engin Oba (Açılış Konuşması)

1516-1918 yılları arasında Osmanlı yönetimi altında kalan Ortadoğu bölgesi, tarihsel, kültürel ve stratejik bağları nedeniyle Türkiye açısından özel bir öneme sahiptir. Bu nedenle, bölgedeki mahalli güçlerin konumu ve dinamikleri, Türkiye’nin çıkarları doğrultusunda dikkatle değerlendirilmelidir.

Günümüzde Ortadoğu'daki Türk dış politikasını etkileyen temel meselelerden biri, İran'ın nükleer güç olma yönündeki kararlılığıdır. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA), İran’ın nükleer silah geliştirme kapasitesine ulaşmasına çok az bir süre kaldığını bildirmiştir. Bu gelişme karşısında Türkiye’nin tutumu önem kazanmaktadır. Bu durumun ayrıca Suudi Arabistan ve Mısır gibi ülkeleri nükleer silahlanma yönüne sevk etmesi de akla gelebilir. 

Bölgedeki mevcut gerginliklerin çözümünü zorlaştıran önemli etkenlerden biri, etkin ve kapsayıcı uluslararası kurumsal yapıların eksikliğidir. Arap Ligi, İslam İşbirliği Teşkilatı, Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi ve Ekonomik İşbirliği Teşkilatı gibi mevcut yapılar, özellikle Gazze ve Filistin meselesinde etkili bir çözüm üretememekte ve taraflar arasında yapıcı bir arabuluculuk fonksiyonu görememektedir.

Bu bağlamda, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) benzeri, çok taraflı ve daha kapsayıcı bir bölgesel güvenlik mimarisinin Ortadoğu’ya uyarlanması gerekliliği tartışmaya açılabilir. Böyle bir yapı, yalnızca güvenlik alanında değil; diplomasi, ekonomi ve insani yardım gibi alanlarda da sürdürülebilir çözümler üretebilme kapasitesiyle daha işlevsel olabilir.

Ortadoğu’nun Türk diplomasisi açısında arz ettiği bu önem karşısında panelimizin bu bölgeye yönelik Türk dış politikası ve diplomasisi hakkında da değerlendirmeler içermesinin yararlı olacağını düşünüyorum.

Birinci Oturum

Moderatör:

Sayın Rektörüm, rektör yardımcılarım, kıymetli misafirler ve hocalarım ve çok değerli öğrencilerimiz, Çağ Üniversitesi Bölgesel Güvenlik Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi tarafından düzenlenen “Son Gelişmeler Işığında Ortadoğu-Riskler ve Fırsatlar” konulu panelimize hoş geldiniz.

Bugün çok önemli bir konu hakkında yani hem ülkemizi hem de tüm dünyayı devletlerarası ilişkilerin hemen her alanında doğrudan etkileyen Ortadoğu’daki sorunlar hakkında konuşacağız. İzninizle önce çok kıymetli panelist hocalarımızı kısaca tanıtmak istiyorum.

Prof.Dr. Meliha Altunışık, Lisans Eğitimini Ankara Üniversitesinde, Yüksek Lisans Eğitimini Orta Doğu Teknik Üniversitesinde tamamladıktan sonra Doktor unvanını Siyaset Bilimi Dalında Boston Üniversitesinden almıştır. Hocamız ODTÜ’de Sosyal Bilimler Enstitü Müdürlüğü ve Rektör Yardımcılığı görevlerinde bulunmuştur. 70’in üzerinde kitap, makale ve diğer akademik yayınlara sahip olan hocamız yurtiçi ve yurtdışındaki birçok akademik görevinin yanında World Congress for Middle Eastern Studies’in Danışma Kurulu Üyeliği ve Türkiye Bilimler Akademisi’nin asli üyeliği görevlerini sürdürmektedir. Sayın hocamız halen ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümünde Öğretim Üyeliği görevine devam etmektedir. Hoş geldiniz hocam.

Prof.Dr. Özlem Tür Lisans ve Yüksek Lisans Eğitimlerini Orta Doğu Teknik Üniversitesinde tamamladıktan sonra Doktor unvanını Uluslararası İlişkiler dalında İngiltere/Durham Üniversitesinden almıştır. 50’nin üzerinde kitap, makale ve diğer akademik yayınlara sahip olan hocamız yurtiçi ve yurtdışındaki birçok akademik görevinin yanında Center for Syrian Studies ve Schusterman Center for Israel Studies üyeliği görevlerini sürdürmektedir. Sayın hocamız halen ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümünde Öğretim Üyeliği görevine devam etmektedir. Hoş geldiniz hocam.

Doç.Dr. Ali Gök Lisans eğitimini Çukurova Üniversitesinde, yüksek lisans eğitimini Harp Akademileri Komutanlığı Stratejik Araştırmalar Enstitüsünde tamamladıktan sonra doktor unvanını Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesinden almıştır. Hâlihazırda, Gaziantep Üniversitesi’nde Öğretim Üyesi olarak görev yapmaktadır. Hocamızın savaş çalışmaları, istihbarat, terörizm ve güvenlik alanlarında ulusal ve uluslararası düzeyde çeşitli makale, kitap ve kitap bölümleri bulunmaktadır. Hoş geldiniz hocam.

Kıymetli misafirler, panelimizin ilk oturumunda Ortadoğu’yu genel hatları ile ele alacağız. İkinci oturumda ise Suriye sorunu üzerinde duracağız. Bilindiği gibi Ortadoğu mekân olarak günümüz çağdaş medeniyetine çok yakın bir coğrafya olup, tarihi hadiseler ve karşılıklı etkileşim açısından çağdaş medeniyet ile çok içli-dışlı olmuş ve sahip olduğu maddi-manevi değerler açısından çağdaş medeniyeti derinden etkilemiştir. 

Ortadoğu çalışan akademisyenlerin, uzmanların, araştırmacıların muhatap oldukları bir büyük ikilem vardır; Üç büyük kıtanın kesişme noktası olarak coğrafi stratejiyi, sahip olduğu fosil enerji kaynakları açısından eko-stratejiyi, kadim medeniyetlerin ve semavi dinlerin çıkış yeri olarak da evrensel maneviyatı ve kültürü köklü bir şekilde etkileyen Ortadoğu, demokrasi, insan hakları, modern üretim yöntemleri, refah toplumu, işbirlikçi güvenlik gibi evrensel değerler bağlamında neden bu kadar geridir? Neden en az 1 asırdır, yani Osmanlı’dan kopup, bağımsız devletler sürecine geçtiği günlerden bugüne kadar Ortadoğu bölgesi hep savaşların, din ve mezhep çatışmalarının, siyasi iyi niyet noksanlığının ve kesintisiz bir soğuk savaş/sıcak savaş sarmalının ortasında kalmıştır. Ve Ortadoğu neden bugün hem küresel aktörlerin, hem bölgesel aktörlerin, hem de bölge içi devlet ve devlet dışı aktörlerinin kıyasıya mücadele ettiği bir karmaşa ortamına sürüklenmiştir.

Şimdi ben ilk sözü Meliha hocama vermek istiyorum. Değerli hocam, bize Ortadoğu Coğrafyasının politik ve sosyo-ekonomik yapısının geçmişten günümüze genel bir değerlendirmesini yapar mısınız?

Prof. Dr. Meliha Altunışık:

Orta Doğu’nun kronikleşmiş istikrarsızlığı, genel olarak iki ana neden grubuyla açıklanabilir. İlk grup, küresel dinamiklerle ilgilidir. Bu yaklaşıma göre, bölgedeki istikrarsızlık büyük ölçüde küresel aktörlerin müdahalelerinden kaynaklanmaktadır. Sömürgecilik döneminden Soğuk Savaş’a, günümüzde ise başta ABD, Çin ve Rusya gibi güçlerin bölgeye yönelik çıkar temelli politikaları bu istikrarsızlığın başlıca sebeplerindendir. Bu açıklamayı anlayabilmek için önce şu soruyu sormak gerekiyor: Küresel güçler neden Orta Doğu ile bu kadar yakından ilgileniyor? Bu ilginin arka planında üç temel faktör öne çıkmaktadır:

1. Jeopolitik konum: Orta Doğu, Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının kesişim noktasında yer alır. Bölgede Süveyş Kanalı, Hürmüz Boğazı, Babülmendep Boğazı gibi küresel ticaretin kalbi olan geçitler bulunmaktadır. Örneğin, dünya petrol ticaretinin yaklaşık %30'u Hürmüz Boğazı üzerinden gerçekleşmektedir. Bu nedenle bölge, hem ticaret hem de askeri strateji açısından son derece kritiktir.

2. Enerji kaynakları: 2024 verilerine göre dünya petrol rezervlerinin yaklaşık %48’i, doğal gaz rezervlerinin ise %43’ü Orta Doğu’dadır. Suudi Arabistan, İran, Katar gibi ülkeler bu alanda başı çekmektedir. Bu rezervler sadece miktar olarak değil, maliyet açısından da avantajlıdır. Orta Doğu’da üretilen petrol, dünya genelindeki en düşük maliyetli petrol üretimidir. Ayrıca petrol fiyatlarının belirlenmesinde de bu bölge önemli bir rol oynamaktadır.

3. Küresel lojistik ve ticaret yolları: Küreselleşmenin etkisiyle, Orta Doğu’nun ticaret yolları üzerindeki stratejik konumu daha da önem kazanmıştır. Çin’in "Bir Kuşak Bir Yol" girişimi kapsamında Orta Doğu, çok kritik bir lojistik koridor haline gelmiştir. Bölgedeki bazı ülkeler gelişmiş limanlara ve havaalanı altyapılarına sahiptir. Bu da bölgeyi küresel ticaret ve lojistik açısından vazgeçilmez kılmaktadır.

Bu faktörler, küresel güçlerin bölgeye yönelik yoğun ilgisini açıklamakta; bu ilgi ise zaman zaman müdahalelere dönüşerek çatışma ortamını derinleştirmektedir. Tarihsel olarak baktığımızda, sömürgecilikten Soğuk Savaş'a, oradan günümüze kadar çeşitli şekillerde bölgeye müdahaleler olmuştur. Örneğin, 2003’te ABD’nin Irak’ı işgali, Rusya’nın Suriye iç savaşına müdahil oluşu gibi olaylar, büyük güçlerin bölgedeki etkisinin açık örnekleridir. Ayrıca, silah ticareti de bu sürecin önemli bir unsurudur; Orta Doğu, küresel ölçekte en fazla silah ithalatı yapılan bölgelerden biridir.

Ancak, bölgedeki istikrarsızlığı yalnızca dış aktörlerle açıklamak yetersiz kalır. Bu nedenle, ikinci neden grubu olan bölge içi dinamiklerin de mutlaka dikkate alınması gerekir. Uluslararası ilişkiler ve bölge politikalarına yönelik yaklaşımın, bölgesel aktörlerin ve dinamiklerin önemini de dikkate alması gerekmektedir. Uluslararası sistemin bölge üzerindeki etkileri elbette göz ardı edilemez; ancak bölgenin kendi içsel dinamikleri, gelişmelerin yönünü belirlemede en az dış faktörler kadar belirleyicidir. Bu bağlamda, analiz edilmesi gereken ikinci önemli unsur ise bölgesel dinamiklerin kendisidir.

Bölgede görülen kurumsal zayıflıklar, dış müdahalelerle etkileşim içerisinde şekillenmektedir. Rejimlerin güvenlik endişeleri, iç istikrarsızlıklar, meşruiyet sorunları gibi faktörler, sürekli bir istikrarsızlık üretmektedir. Pek çok devlet, iç siyasi sorunlarını perdelemek amacıyla dış politikalar geliştirmekte; bu da hem bölgesel düzeyde yeni kırılmalara hem de mevcut istikrarsızlıkların derinleşmesine neden olmaktadır.

Suudi Arabistan-İran gerilimi gibi örnekler, bu durumun somut yansımalarıdır. Suudi Arabistan, İran’ı sınırlandırma amacıyla özellikle mezhepsel politikaları benimserken; İran ise bu ortamı bazı ülkelerin iç işlerine müdahale edebilmek için bir araç olarak kullanmaktadır. Dolayısıyla, içsel meseleler istikrarsızlığı beslemekte ve bölgedeki çatışma ortamını daha da derinleştirmektedir.

Bölge, etnik, dini ve mezhepsel çeşitliliğiyle dikkat çeken bir yapıya sahiptir. Bu çeşitlilik, bir yandan kültürel bir zenginlik olarak değerlendirilebilse de; ulus-devlet yapılarının zayıf olduğu, sınırların tarihsel olarak yapay şekilde belirlendiği bir coğrafyada, krizleri tetikleyen bir unsur haline gelmektedir. Etnik ve mezhepsel gerilimler, çeşitli aktörler tarafından stratejik çıkarlar doğrultusunda kullanılmakta ve bu durum çatışma potansiyelini canlı tutmaktadır.

Bölge aynı zamanda devlet dışı aktörlerin yoğun biçimde faaliyet gösterdiği bir alan olarak öne çıkmaktadır. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün geçmişteki rolü, günümüzde ise IŞİD ve benzeri birçok yapının etkinliği, bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Devlet dışı aktörlerin artışı, bölgesel güvenlik denkleminde belirsizlikleri artırmakta ve istikrarsızlığı derinleştirmektedir.

Ayrıca, Orta Doğu çok kutuplu bir bölgedir. Birden fazla bölgesel gücün bulunduğu ve bu güçler arasında kesin bir hiyerarşinin oluşmadığı bu ortam, yoğun rekabet ve zaman zaman açık çatışmalara neden olmaktadır. Özellikle 2010 sonrası Arap isyanlarının ardından ortaya çıkan yeni ittifaklar ve bu ittifaklar arasındaki mücadele, bölgedeki istikrarsızlığın önemli kaynaklarından biridir.

Ne yazık ki, bölgesel çatışmaları yönetecek ya da sınırlayacak kurumsal yapılardan yoksun bir bölgeden söz edilmektedir. Güvenlik topluluğu niteliğinde işlev görebilecek bir yapı mevcut değildir. Bu eksiklik, mevcut krizlerin daha da derinleşmesine neden olmakta, bölgesel iş birliğinin gelişmesini engellemektedir.

Bu çerçevede değerlendirildiğinde, Orta Doğu’yu yalnızca içsel nedenlerle doğal bir çatışma bölgesi olarak ya da sadece dış müdahalelerle şekillenen bir coğrafya olarak tanımlamak yetersiz kalmaktadır. Bölgede gözlemlenen istikrarsızlık, hem içsel yapısal sorunların hem de stratejik önem sebebiyle dış aktörlerin müdahalelerinin birleşimiyle ortaya çıkmaktadır.

Her bir çatışma, çok katmanlı bir yapı arz etmekte; yerel, bölgesel ve küresel düzeydeki faktörlerin eş zamanlı etkileşimiyle şekillenmektedir. Örneğin, Arap-İsrail uyuşmazlığı tarihsel olarak kolonyal müdahalelerle açıklanabilse de günümüzde, İsrail ve Filistin’in içindeki farklı aktörlerin yanı sıra bölgesel ve küresel aktörlerin müdahaleleriyle daha karmaşık bir hale gelmiştir.

Benzer şekilde, Suriye örneğinde de Arap isyanları sonrasında iç aktörlerin başlattığı süreç, zamanla bölgesel ve küresel müdahalelerin devreye girmesiyle daha derin ve çok boyutlu bir çatışmaya dönüşmüştür.

Petrol üreten ülkelerin ekonomik yapıları, Orta Doğu’daki siyasi ve kurumsal dinamiklerin anlaşılmasında önemli bir yere sahiptir. Bu bağlamda, bölge ekonomilerinde yaygın biçimde gözlemlenen ve “rant ekonomisi” olarak tanımlanan yapı, dikkatle incelenmelidir.

Rant ekonomisi, doğrudan üretim faaliyetlerine dayanmayan; aksine, stratejik değeri yüksek doğal kaynakların (örneğin petrol gibi) ihracatı yoluyla elde edilen yüksek gelirler üzerine kurulu bir ekonomik sistemdir. Petrol, son derece özel ve stratejik bir emtiadır. Bu kaynağın çıkarılması, bölgede görece düşük üretim maliyetleriyle gerçekleştirilebilirken, küresel piyasalarda yüksek fiyatlarla satılması büyük gelir farkları yaratmaktadır. Bu fark, doğrudan ekonomik üretimden ziyade kaynak kontrolüne dayalı bir gelir türü olarak “rant” kavramı ile açıklanır.

Orta Doğu’da sadece petrol ihraç eden ülkeler değil, bu ekonomik yapının dolaylı etkilerini yaşayan diğer bölge ülkeleri de bu rant ekonomisinin etkisi altındadır. Rant temelli gelir yapısı, çoğu zaman kurumsal kapasitenin gelişimini engellemekte, hesap verebilirlik mekanizmalarının zayıflamasına yol açmakta ve bu nedenle uzun vadede yapısal kırılganlıkları artırmaktadır.

Bu nedenle, Orta Doğu’daki çatışmaların nedenlerini anlamak ve çözüm yolları geliştirmek için, iç ve dış dinamikleri birlikte ele alan bütüncül bir analitik çerçeveye ihtiyaç duyulmaktadır.

Moderatör

Özlem hocam siz İsrail-Filistin ve Suriye çalışmalarında uzmansınız. Hem İsrail-Hamas arasındaki Ekim 2023 çatışmaları, hem Suriye’deki son rejim değişikliği, hem de ABD’nin İsrail’e verdiği koşulsuz destek bağlamında bölgedeki son gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Prof. Dr. Özlem Tür:

İsrail’i anlamak için üç değişmeyen temel konunun anlaşılması gerekmektedir.

1. Güvenlik temelli dış politika anlayışı

2. Normalleşme ve meşruiyet sağlama sorunu

3. Filistin meselesi

İlk olarak İsrail’in dış politikasının özünde klasik anlamda bir dış politikadan ziyade güvenlik politikası yer almaktadır. İsrail’in siyasi karar alma süreçlerinde, dış politika çoğu zaman güvenlik eksenli stratejilerin bir uzantısı olarak şekillenmektedir. Bölgesel düşman algısı, sürekli tehdit hissi ve bu tehditlerin ön alıcı biçimde bertaraf edilmesi, dış politika tercihlerini belirleyen temel unsurlardır. İsrail'in temel stratejik önermelerinden biri, hiçbir zaman iki cephede savaşmamaktır. Bu çerçevede, askeri çatışmaların mümkün olduğunca başka ülkelerin topraklarında sürdürülmesine öncelik verilmektedir. Gazze, Lübnan ve Suriye örnekleri bu yaklaşımın tarihsel yansımalarıdır.

İkincisi ise meşruiyet sorunudur. İsrail, tarihsel olarak bölgeye "dışardan gelen" bir yapı olarak algılanmış ve bu nedenle meşruiyet sorunu yaşamıştır. Bu bağlamda, İsrail’in bölgesel siyasetteki yerini “normalleştirme” çabaları önemli hale gelmiştir. ABD ile 1960’larda geliştirilen ilişkiler ve 1978 Camp David Anlaşması bu sürecin dönüm noktalarıdır.

Dolayısıyla 1960'lar, İsrail'in dünya siyasetinde "normalleşme" sürecinin başlangıcı olarak değerlendirilebilir. Bu süreçte özellikle ABD yönetiminin desteği belirleyici rol oynamıştır. Aynı dönemde, Fransa’dan sağlanan teknolojiyle birlikte, 1964 yılından itibaren İsrail’in nükleer kapasiteye sahip olduğu bilinmektedir. Her ne kadar bu kapasiteyi resmi olarak kullanmamış ve açıklamamış olsa da, bu gelişme İsrail’in hem küresel hem de bölgesel düzeyde savunma kapasitesi açısından kendisini daha güvende hissetmesini sağlamıştır. 1970'ler ise İsrail siyaseti açısından önemli bir dönüşüm dönemidir. Bu dönüşümün temelini, 1979 yılında Mısır ile imzalanan barış anlaşması oluşturur. Bu anlaşma, İsrail’in bölgesel izolasyonunu kısmen sona erdirmiş ve dış politika alanında daha özgür manevra kabiliyeti kazanmasına zemin hazırlamıştır.

1990 Sonrası Dönem: 1990’larla birlikte İsrail-Filistin meselesi yeni bir evreye girmiştir. Oslo Süreci kapsamında barış umutları belirirken, süreçteki aktör çeşitliliği artmıştır. Filistin tarafında Hamas gibi yeni aktörlerin yükselişi ve İsrail içinde yerleşimcilerin siyasal etkisinin artması, iki taraf arasında derin bir ideolojik ve stratejik bölünmeye neden olmuştur.

Bu dönemde, İsrail siyasetinin daha sağa kayması ve yerleşim politikasının hızlanması, sınırlar konusunu yeniden tartışmalı hale getirmiştir. “İsrail’in sınırları yoktur” söylemi, fiili genişleme politikalarını meşrulaştırma riski taşıyan yanlış bir siyasi diskur haline gelmiştir. Oysa tarihsel ve hukuki bağlamda İsrail’in tanımlı sınırları vardır. İsrail’in uluslararası alanda kabul edilen sınırları, 1948’deki kuruluşuyla birlikte şekillenen ve 1967 Arap-İsrail Savaşı öncesi hatlara dayanan sınırlardır.

Batı Şeria ve Gazze, 1967 Savaşı’ndan sonra İsrail tarafından işgal edilmiş; Golan Tepeleri ise aynı şekilde İsrail’in kontrolüne geçmiştir. Bu bölgeler uluslararası hukukta hâlâ işgal altındaki topraklar olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla “İsrail’in sınırları yoktur” söylemi, hem tarihsel gerçekliği hem de uluslararası hukuku göz ardı eden bir yaklaşımdır.

Gazze’ye yönelik tutum ise farklılık arz etmektedir. İsrail, 2005 yılında Gazze'den tek taraflı olarak çekilmiş ve bu bölgeyi fiilen dışlamıştır. 2007’den sonra Hamas’ın bölgede yönetimi ele geçirmesiyle birlikte, Gazze hem İsrail hem de Filistin yönetimi açısından siyasal olarak "istenmeyen" bir alan haline gelmiştir. Bu nedenle Gazze, İsrail’in fiili sınırlarının ve siyasi önceliklerinin dışında tutulmakta, Batı Şeria ise hâlâ genişleme stratejilerinin merkezinde yer almaktadır.

2000’li yıllardan itibaren İsrail’in tehdit algısı Arap dünyasından İran’a kaymıştır. Bu bağlamda, Körfez ülkeleriyle geliştirilen ilişkiler, İran karşıtlığı üzerinden inşa edilmiş ve İsrail bir taraftan İran'ı bir numaralı düşman olarak ilan etmiş diğer taraftan da ortak İran karşıtlığı üstünden Körfez ülkeleriyle ortaklıklar geliştirmiş, yeni bir bölgesel işbirliğinin yolunu aralamıştır. 2020 yılında imzalanan İbrahim Anlaşmaları, İsrail'in Körfez ülkeleriyle resmi ilişkiler kurmasını sağlayarak bölgedeki normalleşme sürecinde önemli bir eşik olmuştur. Bu normalleşmenin adımlarını İran karşıtlığı üzerinden Arap devletleriyle iyi ilişkiler ve ortaklıklar geliştirerek atma fırsatı bulmuştur.

2020 sonrası dönemde İsrail’in Arap dünyasındaki konumunun “normalleştiği” yönündeki değerlendirmeler öne çıkarken, 2023’te Hamas’ın saldırıları bu süreci ciddi biçimde sarsmıştır. Bu saldırılar, özellikle Suudi Arabistan ile barış anlaşması ihtimalini engellemeye yönelik bir girişim olarak yorumlanmıştır. Bu gelişmeler, Filistin meselesini ve Gazze sorununu yeniden uluslararası gündemin merkezine taşımıştır. Gazze Savaşı’nın ve bu süreçte İsrail’in Gazze’ye sert saldırılarının 2020’den itibaren devam eden İsrail’in bölgedeki normalleşme sürecini sonlandırmadığını, kurulan iş birliklerinde ilerlemenin devam ettiğini ve İbrahim Anlaşmaları’nda da geriye dönüş olmadığını gözlemlemekteyiz. Bu durum, geçmiş dönemlerin aksine, Filistin meselesinin son dönemde İsrail’in Arap ülkeleriyle olan ilişkilerini etkilemekte sınırlı bir rol oynadığına işaret etmekte, bölgesel siyasette Filistin meselesinin azalan öneminin bir göstergesi olmaktadır.

İkinci Oturum: Suriye’deki Gelişmeler

Moderatör

Kıymetli misafirler, panelist hocalarımızın Ortadoğu ile ilgili değerlendirmelerini dinledik. Şimdi izninizle ülkemizi de çok yakından ilgilendiren Suriye konusuna geçiyoruz. Malumları olduğu üzere Suriye son 4-5 ayda çok önemli gelişmelere sahne oldu ve halen birçok hadiseye gebe. Olaylar çok hızlı gelişiyor ve çoğu zaman tahminlerin ötesinde sürpriz gelişmeler yaşanıyor. Esad rejimi sonrası nasıl bir devlet yapısının ortaya çıkacağı hala belirsizliğini koruyor. ABD ve RF gibi küresel aktörlerin yanında Türkiye, İran, İsrail gibi bölgesel aktörler, bunun yanında HTŞ gibi, PYD gibi, ÖSO gibi, DEAŞ gibi devlet dışı aktörler kıyasıya bir mücadele sergiliyorlar.

İzninizle ben ilk sözü Özlem hocama vermek istiyorum. Özlem hocam, bir Suriye uzmanı olarak son gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz. 10 dk süremiz var, buyurun efendim.

Prof. Dr. Özlem Tür

Suriye'de 8 Aralık ve sonrasında yaşanan gelişmeler, birçok gözlemci için beklenmedik ve sürpriz niteliğinde olmuştur. Sahadaki bazı aktörler bu süreci önceden öngörmüş olsalar da, dışarıdan izleyenler için Kasım ayı sonunda başlayan hareketliliğin bu denli hızlı bir şekilde Beşar Esad’ın iktidarı terk etmesiyle sonuçlanacağı tahmin edilmemekteydi.

Başlangıçta birçok uzman, bu gelişmeleri iç savaşın yeni bir dalgası olarak değerlendirmiştir. Zira iç savaşlarda çatışmaların dönemsel olarak yoğunlaşıp ardından yeniden yatışması sıkça görülür. Ancak bu kez durum farklı gelişmiş, Esad ülkeyi terk etmiş ve Rusya’ya sığınmıştır. Rusya da ilerleyen günlerde kendisini iade etmeyeceğini açıklamıştır.

Suriye’de yaşananlar klasik anlamda bir iç savaştır ve iç savaşların kolay sona ermediği literatürde sıkça vurgulanmaktadır. Önümüzdeki seçimlerin Suriye’de kalıcı barışın ve istikrarın sağlandığı bir dönemi başlatacağına dair beklentiler gerçekçi görünmemektedir. Çatışmaların daha düşük yoğunlukta da olsa devam etmesi muhtemeldir.

İç savaşlar özellikle çok aktörlü yapılar taşıdığında daha uzun sürme eğilimindedir ve savaş sonrası normalleşme süreçleri daha karmaşık hale gelir. Suriye’deki iç savaş, çok katmanlı, çok aktörlü ve zaman zaman kimlik eksenli boyutlar barındırmıştır ve bu durum normalleşme süreçlerini de zorlamaktadır.

Suriye'deki bu dönüşüm sürecinde iki aktörün "görece kazançlı" çıktığı değerlendirilebilir. Bunlardan ilki Türkiye’dir. Yeni iktidar yapısında yer alan birçok aktörün Türkiye’de eğitim almış olması ve Türkiye ile uzun süredir temas içinde bulunması, Ankara’ya stratejik bir yakınlık sağlamaktadır. Ayrıca Türkiye’nin yıllardır Esad rejimine karşı sürdürdüğü söylem, Esad’ın iktidardan ayrılmasıyla birlikte iç politikada “haklı çıkma” duygusuyla karşılık bulmuştur. Bununla birlikte, Türkiye açısından önemli bir sınırlılık, PYD/YPG meselesidir. PYD’nin Suriye hükümetiyle yaptığı, otonomi hakkından vazgeçme kapsamı henüz belirsizdir.

İkinci kazanan aktör olarak İsrail değerlendirilebilir. 1973’ten bu yana Suriye sınırında istikrarlı bir statüko sağlanmış olsa da, 7 Ekim sonrası İran’ın bölgedeki varlığına karşı İsrail’in saldırıları artmıştır.

Suriye açısından iki temel mesele ön plana çıkmaktadır: yeniden yapılanma ve anayasal düzen. Yeniden yapılanma hem fiziksel altyapının hem de sosyal dokunun yeniden inşasını kapsamaktadır. Milyonlarca mültecinin dönüşü, konut sorunu ve temel hizmetlerin yeniden sağlanması sürecin öncelikli adımları olacaktır. Bu noktada Suudi Arabistan gibi aktörlerin finansal ve teknik katkı sağlayabileceği yönünde tartışmalar sürmektedir.

İkinci temel konu ise kapsayıcı ve şeffaf bir anayasa sürecidir. Ancak yeni gelen iktidar grubunun bu süreci demokratik ve katılımcı biçimde yürütebilme kapasitesi belirsizdir. Suriyeli diasporanın sürece dahil edilmesi, anayasal meşruiyetin sağlanması açısından önemli görülmektedir.

Genel değerlendirmelerde İran ve Rusya “kaybeden aktörler” olarak konumlandırılsa da, özellikle Rusya’nın konu bazlı iş birlikleri geliştirme potansiyeli göz ardı edilmemelidir. Askeri etkinliği azalsa da Rusya, yeniden yapılanma, enerji ve siyasi geçiş sürecinde rol oynamaya devam edebilir.

Moderatör

Özlem hocamın kaldığı yerden devam etmek üzere sözü Ali hocama vermek istiyorum. Ali hocam Suriye en az 10 yıldır, adeta bir hibrit veya vekalet savaşı alanı olmuş izlenimini veriyor. Suriye üzerinde söz sahibi olmak isteyen ülkeler neden bu yöntemi kullanıyor. 10 dk süremiz var, buyurun efendim.

Doç. Dr. Ali Gök

Suriye’de devlet otoritesinin zayıflaması ve merkezi yapının çökmesiyle birlikte, devlet dışı silahlı aktörler sahada daha görünür ve etkili hale gelmiştir. Bu durum, yalnızca güvenlik boşluğunun değil, aynı zamanda yeni bir teritoryal düzenin oluşmasının da sonucudur.

Devlet dışı aktörler, kontrol ettikleri bölgelerde hem siyasi hem ekonomik hem de askeri bir düzen tesis etmeye çalışmakta; bu düzenin sürdürülebilirliği ise çoğunlukla bir bölgesel ya da küresel aktörle kurulan "asil–vekil" ilişkisine bağlı hale gelmektedir. Bu ilişki ağı, Suriye'deki iç savaşın zamanla bir vekalet savaşına dönüşmesine zemin hazırlamıştır.

Literatürde vekalet savaşları genellikle iki modele ayrılır: sömürücü model ve işlevsel model.

  1. Sömürücü modelde, vekil aktör hayatta kalabilmek için asil aktöre tamamen bağımlıdır. Bu modelde maddi destek, lojistik imkânlar ve propaganda kapasitesi büyük ölçüde asilin kontrolündedir.
  2. İşlevsel modelde ise vekil aktör daha otonomdur. Farklı asil aktörlerle ilişki kurabilir, anlaşmaları sonlandırabilir ve gerektiğinde birden fazla destekçiyle çalışabilir.

Bu ayrım üzerinden değerlendirildiğinde, Libya'daki vekalet savaşı büyük ölçüde işlevsel modele uymaktadır; aktörler ABD veya Rusya gibi güçlerle esnek ilişkiler kurabilmektedir. Ancak Suriye’de bu esneklik yoktur. PYD/YPG, ÖSO (Suriye Milli Ordusu) ve İran destekli milis gruplar gibi aktörlerin asil destekçilerine bağımlılığı yüksek düzeydedir. Bu nedenle Suriye örneği, sömürücü vekâlet savaşı modeli açısından tipiktir.

2024’ün sonlarına doğru, sahadaki önemli bir dönüşüm, Heyet Tahrir el-Şam’ın (HTŞ) beklenmedik bir şekilde güç kazanarak merkezi otorite rolüne doğru evrilmesidir. bu yapı, klasik düzensiz savaş unsurlarının ötesine geçerek konvansiyonel askeri kapasite de geliştirmiştir.

HTŞ’nin elinde AK-47 gibi hafif silahların yanı sıra; Sovyet yapımı T-55 tankları, gece görüş dürbünleri, havan topları gibi araçlar bulunmakta, hatta kamikaze dronlar ve roket güdümlü el bombaları gibi ileri teknoloji ürünü sistemler kullanmaktadır. Bu dönüşüm, örgütün klasik milis karakterinden uzaklaşıp, yarı-düzenli bir askeri güce dönüştüğünün göstergesidir. Suriye'de otorite olma yolunda ilerleyebiliyor.

HTŞ, yalnızca İdlib kırsalında değil; Halep, Humus ve Şam gibi stratejik şehirlerde de etkili operasyonlar düzenlemektedir. Özellikle İran destekli Şii milislerin sahadan çekilmesi ve Rusya’nın Ukrayna Savaşı nedeniyle kaynaklarını başka cephelere yönlendirmesi, HTŞ’nin ilerlemesi için önemli bir boşluk yaratmıştır.

İran’ın Suriye’deki etkinliğini kaybetmesi, onun mozaik savunma stratejisinin çöküşü anlamına gelmektedir. İran, vekil aktörleriyle olan bağını yeniden kurmak amacıyla proaktif eylemler geliştirebilir. Özellikle mezhepsel farklılıkları körükleyerek yeni bir kaotik ortamdan fayda sağlama yönünde çaba göstereceği öngörülmektedir.

Türkiye ve İsrail açısından da bu durum yeni riskler doğurabilir. Her ne kadar doğrudan sıcak çatışma beklenmese de, İran’ın bu iki ülkeyi karşı karşıya getirme yönünde girişimlerde bulunması ihtimal dahilindedir. Bu tür senaryolar, İran’ın dikkat dağıtma stratejisinin bir parçası olarak değerlendirilmelidir.

Moderatör

Panelimizde son sözü Meliha hocama vermek istiyorum. Değerli hocam, siz Suriye’deki gelişmeleri ülkemiz açısından değerlendirir misiniz? Buyurun efendim.

Prof. Dr. Meliha Altunışık

Suriye'de yaşanan son gelişmeler, büyük güçler, bölgesel ve yerel aktörlerin etkileşimi içinde değerlendirmek gerekir. Suriye’deki gelişmelerin bazı yönleri umut verici olarak değerlendirilebilir. Öncelikle, rejimin içeriden dönüştürülmüş olması dikkate değerdir. Bu dönüşüm, dış müdahale ile gerçekleşen Irak örneğinden farklıdır. Her ne kadar dış destekler rol oynamış olsa da, değişim sürecinin temel aktörleri Suriye içindeki güçler olmuştur.

İkinci olarak, HTŞ’ye yönelik tüm şüphelere rağmen, bu yapının son altı ayda oldukça kontrollü ve stratejik bir siyaset izlediği gözlemlenmektedir. Şiddet düzeyinin beklenenden düşük kalması ve daha temkinli bir söylem benimsemeleri, bu sürecin görece daha az yıkımla ilerlemesini sağlamıştır.

Bununla birlikte, birçok yapısal sorun devam etmektedir. Öncelikle, rejimin konsolidasyonu ve dönüşüm süreci oldukça karmaşık ve belirsizdir. Suriye, hâlen ciddi bir ekonomik kriz içerisindedir. Yıllardır süregelen ABD ve AB yaptırımları, bu krizlerin daha da derinleşmesine neden olmaktadır. Yaptırımlar kaldırılmadan kapsamlı bir yeniden yapılanma süreci başlatılması mümkün görünmemektedir.

İran’ın, uzun yıllardır benimsediği "ileri savunma stratejisi"nin çökmüş olduğu söylenebilir. Ancak bu, İran’ın Suriye’den vazgeçtiği anlamına gelmemektedir. İran-Suriye ittifakı, 1980’lere kadar uzanan derin bir ilişki yapısına sahiptir ve İran bu alandaki nüfuzunu kaybetmemek için yeni stratejiler geliştirebilir.

İran’ın mezhepsel gerilimleri artırarak sahada yeniden etkinlik kazanma arayışları, Suriye’nin geleceği açısından ciddi riskler barındırmaktadır. Ayrıca, İran’ın ABD ile sürdürdüğü nükleer müzakerelerin sonucu, yalnızca İran’ın değil, doğrudan Suriye’nin jeopolitik geleceğini de etkileyecektir.

Öte yandan, İsrail’in 1974’te imzalanan ateşkes anlaşmalarının ardından Suriye’nin güneyinde oluşturulan tampon bölgeyi ve bu bölge dışındaki bazı stratejik mevzileri işgal etmesi dikkat çekicidir. Buna ek olarak, Suriye’nin askeri altyapısını hedef alan İsrail saldırıları da ülkenin jeopolitik geleceğini şekillendiren önemli unsurlar arasında yer almaktadır.

Rusya açısından ise Ukrayna Savaşı’nın yol açtığı kaynak kaymaları, Suriye sahasındaki askeri varlıklarını sınırlamıştır. Ancak Doğu Akdeniz’deki üs varlıkları nedeniyle Rusya’nın Suriye’den tamamen çekilmesi beklenmemektedir.

Türkiye, Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve istikrarını desteklemektedir ve bu duruşu stratejik çıkarlarıyla doğrudan ilişkilidir. Türkiye için istikrarlı bir Suriye; sınır güvenliği, göç yönetimi ve bölgesel tehditlerin azaltılması anlamına gelmektedir. Bu nedenle Türkiye’nin, kendi çıkarını korurken aynı zamanda bölgeye yapıcı bir katkı sunduğu söylenebilir.

Ancak bu sürecin yönetiminde Türkiye'nin dikkatli bir diplomasi yürütmesi gerekmektedir. Aksi takdirde, bölgede "yönlendirici aktör" imajı, Arap dünyasında tepkiyle karşılanabilir. Zira Arap dünyasında, dış aktörlere karşı zaman zaman ortak bir tepki gelişebilmektedir.

Panel Programı:

ÇAĞ ÜNİVERSİTESİ

BÖLGESEL GÜVENLİK PANELİ PROGRAM AKIŞI

24 Nisan 2025

Kayıt ve Kahve İkramı                                                                      0900-0945

Davetlilerin ve Öğrencilerin yerlerini almaları                                09.45-09.55

Şehitlerimiz için Saygı duruşu ve İstiklal Marşı                              09.55-10.00

Rektör Prof. Dr. Murat Koç’un konuşmaları:                                   10.00-10.05

Prof. Dr. Ali Engin Oba’nın konuşmaları                                         10.05-10.15

Panelistlerin yerlerini almaları                                                          10.15-10.20

Panel’in İcrası

Panel Moderatörü: Dr. Öğr. Üyesi Saffet Akkaya

Özgeçmişlerin okunması                                                                  10.20-10.25

Birinci Oturum: ORTADOĞU

Prof.Dr. Meliha Altunışık konuşmaları                                            10.25-10.45

Prof.Dr. Özlem Tür konuşmaları                                                      10.45-11.05

Doç.Dr. Ali Gök konuşmaları                                                           11.05-11.15

Panel Moderatörü değerlendirmesi                                                   11.15-11.20

İkinci Oturum: SURİYE

Prof.Dr. Meliha Altunışık konuşmaları                                            11.20-11.30

Prof.Dr. Özlem Tür konuşmaları                                                      11.30-11.40

Doç.Dr. Ali Gök konuşmaları                                                           11.40-11.50

Panel Moderatörü değerlendirmesi                                                   11.50-11.55

Soru-Cevap                                                                                      11.55-12.15

Kapanış Konuşması ve Misafirlere Plaket Takdimi                   12.15-12.25

Öğle Yemeği                                                                                    12.30-13.30

PANEL KONU BAŞLIKLARI

1. Ortadoğu’daki genel siyasi, sosyal, ekonomik düzen ve bugüne yansımaları,

2. Büyük devletlerin Ortadoğu üzerindeki jeo-politik çekişmelerinin bugüne yansımaları,

3. Körfez bölgesinin artan ağırlığının Ortadoğu siyasetindeki rolü,

4. 2020 sonrası bölgesel düzen, İbrahim anlaşmalarının Arap-İsrail anlaşmazlığına etkileri,

5. İsrail’in Gazze operasyonları ve Gazze’nin geleceği için olası senaryolar,

6. Başkan Trump’ın Ortadoğu’ya yaklaşımı ve ABD-İsrail dış politikalarının olası etkileşimi,

7. Ortadoğu’da son gelişmeler ışığında simetrik-asimetrik savaş olgusunun dönüşümü,

8. Suriye’deki rejim değişikliğinin bölgesel aktörlere (Türkiye, İran, İsrail) getireceği riskler ve fırsatlar

 

Panele ait görseller: